Kur'an'ın toplanması
12. yüzyıldan kalma bir Endülüs Kur'an-ı Kerim'i
Ashab-ı Kiram, peygamberin sağlığında Kur'an'ı yazmamıştır.
İslam'a göre Kur'an-ı Kerim, Muhammed'in devrinde bizzat vahiy meleği ve nebinin birbirlerine karşılıklı okumaları ve sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Muhammed'in sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitapta toplanmasına imkân yoktu. [kaynak belirtilmeli] Çünkü vahyin Muhammed'in ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir. Muhammed'in vefatından iki gün öncesine kadar devam eden vahiy Onun vefatıyla son buldu. Böylece Kur'an inen son âyetle tamamlanmış oldu.
Kur'an sureleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde geldi. Bazı sûreleri Mekke'de gelmesi dolayısıyla "Mekkî", bazıları Medine'de indirildiklerinden "Medenî" diye nitelendirilmiştir.
Muhammed'in vefatını takip eden Yemâme savaşlarında 70 kadar hafızın ölmesi müslümanları telâşa düşürmüştü. Ashabdan Ömer de hafızların toplanması için dönemin halifesi Ebu Bekir'e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Ebu Bekir, Zeyd bin Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah bin Zübeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, Abdurrahman bin Haris bin Hişam'ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur'an sahifeleri bir araya getirildiği iddia edilir.
Üçüncü halife Osman zamanında hafız ve vahiy başkatibi olan Zeyd bin Sâbit, elinde yazılı Kur'ân metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Muhammed'den duyduklarına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Osman toplanan bu kurula "Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş'e göre yazın" emrini verdi. Zeyd bin Sâbitin katkılarıyla ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Abdullah bin Mesûd'un teklifiyle iki kapak arasında "İmam Mushaf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Böylece Kur'ân her hangi bir tahrifata uğramadan "Mushaf" haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir.
Ömer devrinde Kur'ân öğretimine hız verildi. Gerek Medine'de gerekse sınırları günden güne genişleyen İslam Devleti'nin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak olan hâfiz sahabelerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir.
Zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M.648'de Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe bin Yemân, Halife Osman'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Osman, Muhammed'in diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur'ân mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Osman, bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için başka tüm yazılı nesneleri yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Ebû Bekir zamanında yazıları İmam Mushaf, Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Muhammed'in hanımlarından olan Hafsa'ya geçmişti. Osman zamanında çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir [14]. Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra'ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Ali'nin Osman için "Eğer Osman Kur'ân'ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım" dediği ileri sürülür [kaynak belirtilmeli].
Osman tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı Müzesi'nde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile reprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) yayınlamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'in düzeni
Mekke dönemi
Kur'an yaklaşık 23 yılda parça parça tamamlanmıştır. 13 yıl kadar süren Mekke döneminde indiğine inanılan âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar; Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Âdem'den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma (şirk) ile mücadele edilir.
Mekke döneminde Kur'ân-ı Kerîm'in, Âdem'den itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğu açıklanır: "Biz var ya Biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen nebilere/peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, Esbat'a/Sıptlar'a, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Dâvud'a Zebûr'u verdik" (Nisâ, 4/163)
Medine dönemi
Medine'de inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, anlaşmalar, barış ve savaş durumları bu âyetlerde açıklanır. M.S. 622 tarihinden itibaren bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti, Muhammed yönetiminde, Medine'de oluşmuştu.
İslam inanışına göre Allah hafiften ağıra doğru bir yol izleyerek hükümler göndermiş, Muhammed ve ashabı bunları geciktirmeksizin uygulamaya geçirmiştir. Kur'an dilini bilmeleri, namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını kolaylaştırmıştır. İslam inanışında bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanın alınması, kötü ve zararlı olanı kaldırılmasıdır. Yükümlülükler birden ayrıntılarıyla gelmemiş, zamanla tamamlanmıştır.[15]
Kur'an ayetleri Müslüman toplumunda yaşanan olaylar üzerine gelmiştir. Ayetlerin ihtiyaç sırasında geldiğine ve toplumda gerekli etkiyi gösterdiğine inanılır. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri Kur'an tefsirlerinde önemli bir yer tutar.
Nesilden nesile nakli
Kur'an Muhammed'in sağlığında yazılı hale getirilmemiş, tevatür yolu ile muhafaza edilmiştir. Tevatür yoluyla nakil ve nakledilenlerin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Ebu Bekir'in halifeliği sırasında Kur'an toplanırken tevatür derecesini bulmayan, Abdullah b. Mesud'un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Örneğin "Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir." (Maide, 5/89) âyetinin devamındaki "mütetâbiat" (peşpeşe) ilavesi Kur'an'a eklenmemiştir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili: "Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür." (Bakara, 2/233) âyetindeki mirasçı hakkında "zi'r-rahimil-mahrem" (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur'an'dan sayılmaz.
Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Muhammed'den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin kefâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan kıraatler ne Kur'ân ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz. [16]
İslam'a göre Kur'ân yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir: "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiyâ, 21/107). Bu özelliği Kur'ân'ın i'caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı aşağıdan yorumlama biçimi yazan yerden Anonim'i seçip yazabilirsiniz ;)